18 Mart 2012 Pazar
Sevgili kardeşler,
Rab ‘bin sevinci bugün her birinizi doldursun.
Kutsal Kitap’tan hepimizin bildiği bir karakterden söz ederek başlamak istiyorum. Hepimiz biliyoruz İsrail tarihinde Şimşon diye bir adam vardı. Doğumundan itibaren Rab ‘be adanmıştı ve adanmışlığının sembolü olarak saçlarına ustura değmemişti. Rab ‘bin gücü bu adamın üzerindeydi ve İsrail halkını kurtarmak için seçtiği biriydi. Büyük kahramanlıklar yaptı, aslanı çıplak elle parçaladı, bir eşeğin kemiğiyle bin kişiyi öldürdü, Filistinlere büyük zararlar verdi. Tilkilerin kuyruklarına ateş bağlayarak tarlalarını yakıp yok etti. Gerçekten de Tanrı’nın büyük gücü fiziksel olarak onun üzerindeydi. Ama gücünün kaynağını ve bu gücün neden kendisine verildiğini unuttu, seçilmiş liginin anlamını düşünmedi. Benliğinin tutku ve arzularının peşinden gitti ve sonu kötü oldu. Benliğiyle bağlandığı bir kadın tarafından sonunda aldatıldı, düşmanlarının eline geçti. Gözleri kör edildi ve düşmanlarının eğlencesi haline geldi.
Ne acıklı bir öykü değil mi? Şimşon hâkimlerin en ünlülerinden biri, ama biz onu ibretle anıyoruz. Sevgi dolu merhamet Tanrısı neden bize acıklı bir ibretlik öyküsü bırakıyor. Bu gün bu ibretlik öyküyü tekrar hatırlatmak istedim çünkü insanın büyük düşmanı hakkında, yani insan benliği ya da doğası hakkında paylaşmak istiyorum. Çünkü benlik konusu Tanrı’yla birlikte yürüyüşümüzde bizim için acıklı ve üzücü bir konudur.
Bundan sonra İsa, kendisinin Yeruşalim’e gitmesi, ileri gelenler, baş kâhinler ve din bilginlerinin elinden çok acı çekmesi, öldürülmesi ve üçüncü gün dirilmesi gerektiğini öğrencilerine anlatmaya başladı. Bunun üzerine Petrus O’nu bir kenara çekip azarlamaya başladı. “Tanrı korusun, ya Rab! Senin başına asla böyle bir şey gelmeyecek!” dedi. Ama İsa Petrus’a dönüp, “Çekil önümden, Şeytan!” dedi, “Bana engel oluyorsun. Düşüncelerin Tanrı’ya değil, insana özgüdür.” Sonra İsa, öğrencilerine şunları söyledi: “Ardımdan gelmek isteyen kendini inkâr etsin, çarmıhını yüklenip beni izlesin. Canını kurtarmak isteyen onu yitirecek, canını benim uğruma yitiren ise onu kurtaracaktır. (Matta 16:21-25)
Burada Petrus ve İsa arasında geçen bir sahne gözlerimizin önüne geliyor. Rab, acı çekmesi, öldürülmesi ve üçüncü gün ölümden dirilmesi gerektiğini öğrencilerine açıkladı. Petrus biliyorsunuz, gözü pekliği ve atılganlığıyla tanınan biriydi. İsa’ya en yakın öğrencilerden biriydi. Petrus ise iyi niyetli bir şekilde Rab ’bini bu acı durumdan esirgemek istedi. Fakat gördüğümüz gibi sonunda azarlandı. Neden? Rabbi ölümden esirgemek yanlış bir şey mi? Neden esirgemesinler? Doğal benliğimizin düşünceleriyle bu o kadar normal, anlaşılır ve kabul edilebilir bir şey ki.
Ama Rab ‘bin düşüncesi çok farklıdır. Petrus yenilenmiş bir düşünceye sahip değildi, benlikten gelen düşünceyle hareket etti ve Ruh ’un isteğine karşı bir düşünce ortaya çıktı. İşte Bu nedenle Rab, bir sonraki ayette ardımdan gelmek isteyen kendini inkâr etsin diyor!
Sizce Rab’bi izlemek için kendimizi inkâr etmemiz neden gerekiyor? Bunu söylemesinin nedeni insan benliğinin günahın büyük etkisi altında olduğunu bilmesidir. Günahlı benlik Tanrı’nın doğruluğunu bilmez ve Tanrı’nın tasarılarını kendi başına anlamaktan acizdir. Tanrı’yı tanımaktan yoksun olan benliğimizin acınacak ve yozlaşmış durumda olduğunun farkına varmalı, bunu derinden anlamalıyız ve buna göre bir tutum içinde olmalıyız. Benliğimizi ya da eski yaratılışımızı reddetmeliyiz, inkâr etmeliyiz, boş kılmalıyız ama yerine başka bir şey, yepyeni bir şey ikame etmemiz gerekiyor.
Büyük tufandan sonra Nuh’un gemisi karaya oturduktan sonra Nuh dışarı çıkmış ve temiz sayılan hayvanlardan yakmalıklar sunular sunmuştu. “Güzel kokudan hoşnut olan Rab içinden şöyle geçirdi. ‘İnsanlar yüzünden yeryüzünü bir daha lanetlemeyeceğim. Çünkü insan yüreğindeki eğilimler çocukluğundan beri kötüdür’” (Yaratılış 8:21) Rab, burada insanlığın durumu hakkında nihai yargısını bildiriyor. İnsanın yüreği umutsuz durumda. Yeryüzünü lanetlemek ile insanın yüreğinin durumu iyileşmeyeceğini bizlere böylece açıklamış oluyor.
Ayrıca Yeremya’da şöyle deniyor: “Yürek her şeyden daha aldatıcıdır, iyileşmez, Onu kim anlayabilir?” (Yeremya 17:9) Bu ayetleri çoğaltmak mümkündür. Yani kısacası insanın acınacak durumu Rab için bir sır değil, çok açık bir gerçektir. Ama biz kimi zaman Rable bu konuda aynı fikirde olmuyoruz, hâlâ benliğimizde iyi bir şeyler olduğuna, Rab ‘bin işine yarayabilecek yararlı şeyler bulabileceğimize inanıyoruz, ama bu ne kadar doğru?
Kendimiz hakkındaki o iyi düşüncelerimizden vazgeçmemiz çok zordur. Büyük ihtimalle Kral Saul gibi davranıyoruz. Saul, kendisine buyrulduğu gibi Amalekler’i tamamen yok etmek yerine, onlardan en iyilerini hayatta tutmuştu. Bizler benlik yaşamımızın iyi gördüğümüz bazı taraflarını hayatta tutmaya çalışıyoruz. İşimize yarayacağına ya da Tanrı’yı bunlarla hoşnut edebileceğimiz gibi bir düşünceye kapılıyoruz. Ama Tanrı onu tamamen yok etmemizi ister. Benlik Tanrı’ya karşıdır ve hiçbir zaman Tanrı’nın amaçlarını yapması için iyileştirilemez: “benlik Ruh’a, Ruh da benliğe aykırı olanı arzular. Bunlar birbirine karşıttır.” (Galatyalılar 5:17)
Dünya üzerinde pek çok din ve felsefe insanın bozuk doğasını düzeltmeye ve iyileştirmeye çalışıyor. İnsana din ve ahlak bilgisi vererek topluma ve Tanrı’ya yararlı ve makbul bireyler yaratmaya çalışıyorlar. Çünkü onlarda Tanrı’nın insan hakkındaki vahyi yoktur. İnsanın günaha düşerek Tanrı’nın yüceliğinden yoksun kaldığını bilmiyorlar. Hümanistler, realistler, ateistler, bir sürü ‘ist’ler eğitime yoğunlaşıyorlar ve insanın bozuk doğasını dünyasal eğitimlerle kökünden değiştirebileceklerini düşünüyorlar. Ancak bunlar sadece yüzeysel bir makyajdan öteye gitmiyor.
Hristiyanlık inancı ise benliğin iyileştirilmeye, geliştirilmeye çalışılmadığı tek inançtır. Hristiyanlık benliğin ölümünü esas alır. Biz bir araya geldiğimizde birbirimize insanların erdemleri ya da güzel ahlaklı olmaya çalışmak vs. gibi sohbetler yapıyor muyuz? Diğer inançlarda ermişler, gurular, dervişler ve benzeri rütbelere sahip günahkâr Ademoğlularının sözüm ona “iyilikleri”, erdemleri övülür. Fakat bu tür övünmeler Tanrı için iğrençtir. Çünkü İncil’e göre tek bir erdem vardır. O da Mesih’tir. Tek bir doğruluk vardır ve O Mesih’tir.
İsa vaftiz olduğunda sudan çıkarken göklerden bir ses duyuldu ve o ses neydi? “Sevgili Oğlum, budur. O’ndan hoşnudum.” (Matta 3:17)
Ve biz Hristiyanlar bu Oğul’un tanrısal erdeminin, tanrısal doğruluğunun meyvelerini vermeye çağrıldık. Toplumumuzda özellikle böyle bir yanılgı görüyorum. Günahkâr bir insan bir diğeri için iyi bir iş yapıyor ve öteki iyi niyetle onu yüceltmek ya da ona teşekkür etmek için “Allah razı olsun” diyor. Peki sizce Tanrımız bu günahkarın yaptığı bu işi bir doğruluk meyvesi ya da bir erdem olarak sayabilir mi? Kötü ağaç iyi meyve verebilir mi? Yeşaya’da şöyle demiyor mu: “Hepimiz murdar olanlara benzedik, Bütün doğru işlerimiz kirli âdet bezi gibi. Yaprak gibi soluyoruz, Suçlarımız rüzgar gibi sürükleyip götürüyor bizi” (Yeşaya 64:6) Bu nedenle benliğimizden doğan, benlikten ileri gelen hiçbir şey kutsal Tanrımızın rızasını kazanamaz. Bizler ancak Tanrı’nın bizler için önceden hazırladığı “O’nun” iyi işlerini yapabiliriz, bizim bundan başka bir doğrulumuz olamaz kardeşler.
Tanrı yolunda gelişmek ve imanda olgunlaşmamız için bunu iyice anlamamız ve kabullenmemiz gerekiyor. Kendi bildiğimiz yolda, kendi benliğimiz tutku ve arzularına göre yaşadığımızda çok geçmeden pek çok sorun başgösterdiğini göreceksiniz. Ben kendi hayatımda birçok kez bu nedenden ötürü sıkıntıya düştüm ve benliğe ne zaman yatırım yaptıysam hüsrana uğradım. Eminim ki hepiniz aynı türden sıkıntılara girmişsinizdir. İman etmeden önceki hayatımı çok iyi biliyorum. Romalılar Kitabı’ndan dediği gibi şimdi utandığım o benliğin işlerinden hiçbir kazancım olmadı! Çünkü benliğin işleri bellidir.
Kral Süleyman da Rab’den aldığı büyük bilgeliğe rağmen çok büyük hatalar yapmıştı. Karılarının taptığı ilahlara bile buhur yakacak duruma düştü. Kutsal Ruh’a göre değil, benliğe göre davranarak Rab’bi öfkelendirdi. Ve bu günahından sonra krallık ikiye bölündü ve ulusun içerisine ayrılık, bölünme ruhu girdi. Tanrı halkının birliği yıkıldı.
Şimşon ya da Süleyman gibi Rab tarafından seçilmiş, özel bir amaç için ayrılmış kişilerin Tanrı’nın lütfundan ve Ruhu’ndan koptukları zaman içine düştükleri acınacak durumlar hep bize ibrettir. Gerçekten de kardeşler, eğer benliğimizde iyi bir şeyler olsaydı, Tanrı neden içimize Kutsal Ruh’u, Mesih’i yerleştirsin? Mesih İsa bizi günahlarımızdan kurtarmak için ölür, dirilirdi. Biz günahlarımızdan İsa sayesinde kurtulur ve ondan sonra dilediğimiz gibi yaşar ve Tanrı’yı yüceltirdik. Rab Ruhu ‘nu üzerimize vermesine gerek olmazdı. Nasılsa biz benliğimizle idare ederdik. Böyle olmaz mıydı?
Tanrı böyle bir şeyin imkansız olduğunu bildiği için Mesih’in Ruhu ‘nu, Oğulluk Ruhu ‘nu, kutsallık ve itaat ruhunu yüreklerimize gönderiyor ki, artık O’nun denetimi ve lütfu altında yaşayalım. Benliğin denetimi altındayken köle gibi günaha satılmıştık ve ne yaptığımızı bilmiyorduk. Ne zaman Mesih içimize geldi, o zaman benliğimizin ne kadar bozuk, yetersiz ve kötü bir durumda olduğunu görebildik.
Pavlus Koloseliler 1:27-28’de Müjde’yle ilgili sırrı açıklarken şöyle der: “Tanrı kutsallarına bu sırrın uluslar arasında ne denli yüce ve zengin olduğunu bildirmek istedi. Bu sırrın özü şudur: Mesih içinizdedir. Bu da size yüceliğe kavuşma umudunu veriyor. Her insanı Mesih’te yetkinleşmiş olarak Tanrı’ya sunmak için herkesi uyararak ve herkesi tam bir bilgelikle eğiterek Mesih’i tanıtıyoruz” (Koloseliler 1:27-28)
Sevgili kardeşler, bu sırrın özü Mesih’in içimizde olmasıdır. Geçmiş kuşaklardan gizlenen, ama şimdi O’nun kutsallarına açıklanan sırrın özü budur. Mesih içimizdedir. Peki bu gerçek bizim hayatımızda nasıl bir değişim yaratır? Bizler Müjde’den biliyoruz ki, İsa Mesih, Tanrı’nın Oğlu, günahlarımız için çarmıha gerildi, öldü ve 3. gün dirildi ve göğe yükseldi. Kutsal Ruh ’tan İncil’in bazı yerlerinde İsa’nın Ruhu ya da Mesih’in Ruhu olarak söz edilir. Bizler Mesih’in Ruhu ‘nu, yani Oğulluk Ruhu ‘nu alıyoruz. İsa dedi ki: “Diriliş ve Yaşam Ben’im”. Eğer Mesih İsa Yaşam ise, içimizde Yaşam var demektir. Tanrısal ve yeni yaşam. Mesih’in içimizde olmasının anlamı eski yaşamın yerini alacak yeni yaşamın içimizde başlamasıdır.
Mesih beden alıp geldiği zaman insanların içine giremiyordu. Ama buğday düşüp ölmedikçe yalnız kalır, ölürse çok ürün verir dedi. Benim gitmem sizin yararınızadır dedi. Gidersem Yardımcıyı gönderirim dedi. Böylece Rab ölüp dirildikten sonra Ruhu ’nu üzerimize döktü ve artık yalnız değiliz. Bizlerde konut kurmuş, içimizde egemenlik sürmek istiyor. Baba’yı hoşnut edecek işlere bizim aracılığımızla devam etmek istiyor.
Yani Mesih, içimize kendi yaşamını getirmek üzere gelmektedir. O bize misafir olmaya değil, ev sahibi olmaya geliyor. O Krallar Kralı ve Rablerin rabbidir. Evrenin Tanrısı, kendi egemenliğini ve yaşamını Ruhu aracılığıyla bize getiriyor. Bu ne kadar müthiş bir olay! Bunun üzerinde ne kadar dursak azdır.
1. Samuel 5:2-4’te şöyle bir olay anlatılır: Filistliler, Tanrı’nın Sandığı’nı ele geçirdikten sonra Tanrı’nın Sandığı’nı Dagon Tapınağı’na taşıyıp Dagon heykelinin yanına yerleştirdiler. Ertesi gün erkenden kalkan Aşdotlular, Dagon’u RAB’bin Sandığı’nın önünde yüzüstü yere düşmüş buldular. Dagon’u alıp yerine koydular. Ama ertesi sabah erkenden kalktıklarında, Dagon’u yine RAB’bin Sandığı’nın önünde yüzüstü yere düşmüş buldular. Bu kez Dagon’un başıyla iki eli kırılmış, eşiğin üzerinde duruyordu; yalnızca gövdesi kalmıştı. (1.Samuel 5:2-4) Tanrı’nın görkeminin ve kutsallığının yanında putların düştüğü durumu çok güzel anlatan bir bölüm bu. Gerçekten de Tanrı yaklaştığı zaman, bütün kirli ve bozuk şeyler titremeye ve Tanrı’nın önünde yıkılmaya başlıyor. Bizim hayatımızda Mesih’in önüne getireceğimiz ve yıkılmasını bekleyeceğimiz en büyük bir put var: bunun adı benlik, insan doğası ya da eski yaratılışımızdır.
4 ruhsal kuralın şemasında var: Doğal yaşamdayken tahta benlik oturur. Ama Mesih’i benliğin taht kurduğu yere davet edersek, o zaman o benlik putu nasıl Dagon, Tanrı’nın sandığı önünde düştüyse öyle düşecektir (1Samuel 5:2-4). Mesih ve benlik arasında bir uzlaşma asla söz konusu olamaz.
Mesih bizim yönetimimizi başkalarıyla, hatta bizimle bile ortak bir biçimde paylaşmak istemez. Rab kıskanç bir Tanrı’dır. Rab onurunu asla bir başkasıyla paylaşmaz. Mesih geldiği zaman benlik yıkılmalıdır. Bir insan yeniden doğduğunda çarmıha gerilmiş olarak doğar. Tanrı’nın yeni yaratığının yaşamı ölümle başlar ve bunu izleyen iman yaşamı çarmıha gerilmiş bir yaşamdır.
Hristiyanlık inancında iki çarmıh vardır: birincisi Kurtarıcının çarmıhı ve ikincisi inanlının çarmıhı. İkincisi olmadan birincisi olmaz. Çoğu zaman biz birinci çarmıhı vurguluyoruz, Tanrı’nın insan için yaptıklarının üzerinde duruyoruz, ama ikinci çarmıhı çok vurgulamıyoruz, yani Tanrı’nın insanda yapmak istediklerine de bakmalıyız. Her insanı Mesih’te yetkinleşmiş olarak Tanrı’ya sunmak içimizde yaşayan Mesih’in güçlü bir biçimde parlamasıyla mümkün olur.
Benliği tahtından indirip çarmıha germek gerekir ve bu bir kerelik bir iş değil, yaşadığımız sürece tekrar tekrar yapılacak bir iştir. Filistliler gelip Dagon’u tekrar yerine koymuşlardı. Bu ölümlü ve günahlı bedende yaşadıkça benlik de sürekli ayağa kalkmaya çalışmaktadır. Benliğimizde “bu Mesih’te kim oluyor, başımıza Kral olmasın” diye itiraz eden sesler çıkarır. Benlik şımarık bir çocuk gibidir ve zor ölür. Yaşamasına izin verilmesi için her türlü ödünü vermeye hazırdır.
Givonlular’ın canlarını kurtarmak için İsrailliler’i nasıl aldattığını okuyoruz (Yeşu 9). Yakından geldikleri halde onlarla barış anlaşması yapmak için uzak bir ülkeden geliyormuş numarası yapmışlardı. Benlikte aynı şekilde göya bizimle barış yapmak için aldatıcı kisvelere bürünebilir. Hayatımızın bir köşesine sinsice yapışabilir ve biz farketmeyiz. Aslında benlik ölmemiştir, sadece bizi öldüğüne inandırıyor olabilir.
Benliğe ölmek ifadesini kullanıyoruz. Peki tam anlıyor muyuz? Benliğe ölmek, irademizi Tanrı’nın iradesine teslim etmektir. İçimizde yaşayan Mesih’e evet dediğimizde, benliğe hayır deriz. Bu benliğe karşı ölü olmak anlamına gelir. Hristiyanlar olarak çağrımız Mesih’in ışığını, erdemlerini yansıtmak olduğuna göre her davranışımızda benliğe hayır diyerek kendimizi Mesih’e, yani Tanrı’nın sözünün isteğine bırakmalıyız. Bunu hayatımızın geneline yaydığımız zaman Mesih’in yaşamı bizde görünmeye, tanrısal yaşam bizden giderek daha çok parlamaya başlayacak. Ve bizim varlığımızın amacı budur. Mesih’i ölümlü bedenlerimizde yüceltmek. Yahya’nın dediği gibi O yücelmeli, biz ise küçülmeliyiz.
Bunu pratik olarak nasıl yapabiliriz? Bir örnek vereyim: Diyelim bir kişi size haksızlık yaptı, bu durumda benliğiniz bağırıp çağıracaktır. Öç almanın ne kadar doğal ve gerekli bir tutum olacağını size söyleyecek. Ama Mesih’in yaşamı böyle bir durumda ne yapar? Mesih olsa ne yapardı? Bu konuda Mesih’in buyruğu nedir? Düşmanlarınızı sevin, bağışlayın, öç almayın, bunu Tanrı’nın gazabına bırakın. Demek böyle bir durumda önümüzde 2 seçenek var. Ya benliğin sesini dinleyip kendi adalet anlayışımıza göre intikam alacağız, ya da Mesih’in sesini dinleyip doğru olanı yapacağız. Ne kadar zor ve acı verici olursa olsun, benliği çarmıha gerip Mesih’in buyruğunu yerine getireceğiz. O zaman Mesih’in yaşamı bizden parlayacak, değil mi?
İnsanlar tarafından unutulduğumuzda, ihmal edildiğimizde ya da kasten önemsenmediğimizde o hakaret ya da ihmal aracılığıyla Mesih’le birlikte acı çekmeye layık sayıldığımız için seviniyorsak, bu benlik karşısında Mesih’in zaferidir. Benlik ölüdür. Mesih parlamaktadır. İyiliğinizden kötü bir şeymiş gibi söz edildiğinde, öğüdünüzün dinlenmediği, düşüncelerinizle alay edildiğinde bütün bunlara sabırlı, sevgi dolu bir tutumla katlanırsanız, bu da bir zaferdir. Benlik ölü, Mesih parlamaktadır.
Sevgili kardeşler, kiliselerimizde benlikler, egolar, övüngen kişilikler görmek ister miyiz? Böyle insanlar dünyada zaten sürüyle vardır. Ben kilisede Mesih’i görmek istiyorum. Amin?
Ben Mesih’i ilk gördüğüm zaman O’na hayran oldum ve Baba’nın söylediği “Sevgili Oğlum budur. O’ndan hoşnudum. O’nu dinleyin” sözüne iman ettim. Ben Mesih İsa’dan zevk alıyorum. O’nun yaşamı içimdedir. Beni O’ndan daha fazla ne tatmin edebilir! O halde ben kardeşlerimde Mesih’i görmek istiyorum.
Mesih’i görmek için yetersizliklerimizi fark edelim ki her durumda Mesih’e bağımlı olalım. Pavlus yetersizliğinin farkındaydı ve Tanrı’nın işini kendi gücüyle yapamayacağını biliyordu. Böyle bir şeye kalkışsa bile ürünün kalıcı olmayacağını, verimsiz ve meyvesiz bir iş olduğunun farkındaydı. Hatırlayalım ne demişti: Kardeşler, Tanrı’yla ilgili bildiriyi duyurmak için size geldiğimde, söz ustalığıyla ya da üstün bilgelikle gelmedim. Aranızdayken, İsa Mesih’ten ve O’nun çarmıha gerilişinden başka hiçbir şey bilmemeye kararlıydım. Size zayıflık ve korku içinde geldim, tir tir titriyordum! Sözüm ve bildirim, insan bilgeliğinin ikna edici sözlerine değil, Ruh’un kanıtlayıcı gücüne dayanıyordu. Öyle ki, imanınız insan bilgeliğine değil, Tanrı gücüne dayansın. (1.Korintliler 2:1-5) İmanlarının Tanrı gücüne dayanmasını istiyordu, kendi benliğinden ve dünyadan gelen bilgece sözlere güvenmiyordu. Bu bizim Hristiyan yaşamımızda izleyeceğimiz yoldur. Kendimizi inkâr ederek Tanrı’nın gücünün bizim aracılığımızla işlemesine ve harika ürünler getirmesine izin vermeliyiz.
Pavlus kardeşimizde Rab ’bin iradesinin yüceldiğini ve Mesih’in karakterinin yaşam değiştiren bir biçimde nasıl parladığına dair güzel bir örnek görüyoruz. Çünkü o benliğinin ne kadar bozuk ve Tanrı’nın işini yapmakta yetersiz olduğunu iyi biliyordu. O nedenle Mesih onda güçlü parlıyordu. Hristiyanlık inancı her zaman bu türden Mesih parlamalarıyla, sevginin saf halinin günahlı insanlarda görülmesiyle yayılmıştır. Bu parlamalar azaldığında ve benlik ve iktidar ön plana çıktığında Ortaçağ karanlığında olduğu gibi gerilemiş, maalesef sönükleşmiştir.
Benliğe göre davranırsak yetersizliklerimizi, korkularımızı gizlemeye çalışırız ve Tanrı’nın huzurunda ancak ikiyüzlü bir duruma düşeriz. Ruh ‘ta yaşarsak Tanrı’nın önünde gizleyeceğimiz ya da takabileceğimiz bir maske olmadığını anlarız. Benlik hep kendi yararını düşündüğü için Tanrı’yı ikinci plana atmak ister. Her şeyden önce kendisini, sonra Tanrı’yı ve komşularını düşünür. Benliğimizle Tanrı’ya elimizdekinin en iyisini veremeyiz, halbuki O en iyisini istiyor.
Bütün Tanrı adamları kendi yetersizliklerinin farkındaydı:
İbrahim: “Toz ve külüm, bir hiçim.” (Yaratılış 18:27)
Musa : “Ben kimim ki, firavuna gideyim?” (Çıkış 3:11)
Davut : “Benim kimim, ailem nedir ki beni bu duruma getirdin?” (2. Samuel 7:18)
Yeşaya : “dudakları kirli bir adamım” (Yeşaya 6:5)
Kör hayvan kurban etmek kötü değil mi? Topal ya da hasta hayvan kurban etmek kötü değil mi? Böyle bir hayvanı kendi valine sun bakalım! Senden hoşnut kalır mı, ya da seni kabul eder mi?” Böyle diyor Her Şeye Egemen RAB. (Malaki 1:8) Benlik Rab ’be ancak kör hayvan kurban eder, topal ya da hasta hayvan kurban eder. Halbuki RAB en iyi olanı, kusursuz olanı O’na kurban etmemizi ister.
Kardeşler Baba kendisine Ruh ’ta ve gerçekte tapınanları arıyor, yarım gönüllüleri değil. Bunu nasıl yapabiliriz? Bunu yapmak için öncelikle Kim olduğumuzu iyi anlamalıyız. Perpetua’nın hikâyesi bize iyi bir örnek olabilir: İ.S. 2. yüzyılda Kartaca’da yaşamış soylu bir ailenin kızıydı, iman etti ve ölüm cezasına çarpıldı. Oradayken babası yanına geldi ve İsa Mesih’e imanını terk etmesi için onu ikna etmeye çalıştı. Ama Perpetua bir vazoya işaret ederek, “Baba, bu vazoya olduğundan başka bir ad verilebilir mi?’ dedi. Babası ‘Hayır’ demek zorundaydı. O zaman babasına şöyle yanıt verdi: ‘Aynı şekilde ben de olduğumdan başka bir adla çağrılamam. Ben bir Hristiyan’ım.
Sevgili kardeşler, bizler Mesih’te yeni bir kimliğe kavuştuk. Mesihçi olarak anılıyoruz; bizler artık başka bir adla çağrılamayız. Babamız da bize baktığında artık eski Alper’i, Ahmet’i, Mehmet’i görmüyor. Sevgili Oğlunun ruhunu almış yeni yaratıklar görüyor. O bize yeni bir kimlik verdi ve yaptığımız işler kimliğimize uygun olmalıdır. Bizim Mesih kimliğinde ileri gitmemiz gerekir, benliğimiz ise bize sadece eski duruma geri götürmeye çalışır. Benliğimiz ihtiyaçlarımız için kendimize güvenmemizi söyler, kendi gücümüzle açlığımızı ve susuzluğumuzu giderebileceğimizi söyler. Eğer benliği dinlersek o zaman nasıl “Rab çobanımdır, eksiğim olmaz” diyebiliriz (Mezmur 23)? Rab çobansa ise bizler koyunlar değil miyiz? Bir koyunun çobanından ayrılıp kendi otlaklarını bulduğu görülen şey mi?
Bizim de eskinin imanlıları gibi güzel örnekler olmaya, güzel örnekler görmeye ihtiyacımız var. Türk kilisesi olarak bizden sonraki kuşaklara, genç kardeşlerimize örnek alabilecekleri kişiler olmalıyız. Çocuklarımızın her bakımdan Mesih’e bağımlı, Mesih’in ışığını yansıtan imanlılar olmasını istiyor muyuz? O zaman biz kendimiz her bakımdan Mesih’e bağımlı, Mesih’i parlatan yansıtmalıyız. Bizi görecekler ve gerçek Hristiyanlığın pratik anlamda uygulanışını biz de görecekler. O yüzden Rab eksiklerimizi bağışlasın ve bizi Ruhu aracılığıyla Mesih’in çarmıhına yöneltsin. Çünkü Babamızı ancak Mesih’in çarmıhı üzerinde yüceltebiliriz. Yerde değil, çarmıhta kalarak…
Alper Özharar